15 Aralık 2009 Salı

Notasız Dizeler


Bu akşam hiç yokken, tam yatacakken uzun zamandır müzik dinlemediğimi farkedip ağlamaya başladım.

Çalışmaya başlamadan önce her gece yatmadan hafif müzikle kitap okumaya alışkın bünyem, kendini uzun süredir ihmal edip, olur olmadık işlerle meşgul etmiş, yormuş.
Kendime en son ne zaman vakit ayırdım, ne zaman sevdiğim şarkıyı açıp birşey yapmadan onu dinledim, kitap okudum, yemek hazırlayıp film seyrettim tek başıma ya da ne zaman yapılması gereken gündelik, başkalarının benden para karşılığı beklediği şeyleri yapmanın dışında kendim için karşılıksız bir şey yaptım hatırlamıyordum ve hepsi sadece o an bir nota duymadığımdan ileri gelmişti.

Gün içinde yöneticimin içtiğim sigara sayısına karışmasına aldırış etmezken, herhangi bir çizgide yer alan notanın beni böylesine sarsacağını tahmin etmemiştim.

Bir notanın sesini ancak başka bir firmayla görüşmek için telefon ahizesini kaldırdığımda duyabiliyordum. Bir notalık değeri olmayan şeyler için kendimden uzaklaşmıştım.

O gün ağlamam bile vakit kaybıydı aslında; ertesi gün erken kalkıp, herşeyin görünüşte olduğu işime düzgün kıyafet, saç ve makyajla gitmek, enerji dolu olmak zorundaydım. Böyle zamanlarda evden çıkıp asansöre bindiğimde stop düğmesine elim gidiyor sonra da vazgeçiyor, itekleyerek toplu taşıma araçlarına binmeye çalışıyordum.

İşsizliğin günden güne arttığı bu şehirde, düzenli para kazandığım bir işte çalışmanın verdiği huzur zamanla huzursuzluğa dönüşmüştü. Elime ne geçmişti bu süreçte; para, dolayısıyla iş kıyafetleri, yemek, fatura ödemeleri. Ne götürmüştü diye sorarsam şu an zevklerimi, heyecanımı götürmüş olduğunu farkediyorum. Artık eskiden sevdiğim şeyleri hatırlayamaz, hatırlasam da vakit ayıramaz, kendini hergün yineleyen biri olmuşum.

Halbuki o kadar da test çözmüş, hafta sonlarını çocuk yaştan beri dershanelerde harcamış, sosyal alanlarla ilgilenmektense oturup ders çalışmış ve arkadaşlarımı sollayarak bir üniversiteye girmiş(!), kopya çekemediğim için biraz geç de olsa etiketim olmuştu. Tüm yapmam gerekenleri yapmış ama karşılığını kötü almıştım.

Çünkü herşeyin başından itibaren yanlış olduğunun, sonucunun da tıpkı sebebindeki zorunluluk gibi olacağının farkındaydım aslında. Yani bundan sonra ya bırakıp herşeyi istediğim gibi başlatarak sonucunu yaşayacaktım ya da güvenli sınırlar çerçevesinde sıradan hayatımı devam ettirecektim.

Yatağımdan kalktım ve zamanında bana hediye edilmiş, zaman ayrılarak hazırlanmış bir müzik cdsini takıp dinlerken hazırlayana; mutluluk için biraz cesaret gerektiğini yazıp mesaj attım.

Sinem

14 Aralık 2009 Pazartesi

Anket Sonucu

Sağ üst köşede yer alan anketin amacı; çevremizdekileri örneklem alarak anakütleyi biraz olsun tahmin edebilmekti.

Anket sorusunun amacı ise; örnek kütlenin cinselliği ailesiyle konuşup konuşamadığı, cinsellik hakkında porno dışında nerelerden bilgi aldığı idi.

Şıklarda porno olmasa dahi başka alternatifi olmayanların, buna internette yer alan yazıları okuduğunu hatırlayarak seçenler hariç, interneti seçme durumunda kaldıklarının da bilincine varmış bulunuyoruz.En fazla seçilen şık internet üzerinden olduğu da bunun bir göstergesi.

Ailesiyle konuşarak cinsellik hakkında temel bilgileri edinen kişileri merak etmekte ve asıl hedeflenen kitlenin o olduğuna dikkat çekmek istiyorum.Çünkü aile içinde cinsellik konusunda herkesin önceden ezberlenmiş rolleri olduğunu ve üstü kapalı oynandığını biliyoruz.Aileyle cinsellik hakkında ifadenin başlangıcı; birlikte film izlerken öpüşme sahnesinde çocuklarının gözlerini kapatmak ile torun istemeye varan bir sıçrayışta son bulur.Aradaki boşluğu çocuklar nasıl doldurursa doldursun diye bakarlar, utanırlar konuşmaya, torunu nasıl istediklerini soramayacak kadar bilgi edinmiş çocuklarına karşı.İşte bu aradaki boşluğu ne yazık ki pornodaki sapkınlıkları temel alarak, arkadaşlarının yanında sırf kendini kanıtlamak için bir duygu olmadan para vererek yaşanan cinsellikler ile ileride erken boşalmanın temelini atarak başlıyorlar.Yani öpüşme sahnesinde gözlerini kapattıktan sonra açtığında ondan nasıl çocuk bekleniyorsa, onlar da cinselliği arada boşluk olmadan, sevişme olmadan, birden, tek hedefe, boşalmaya yönelik yaşıyor, geçiyorlar.

Temelini nerden aldığımız bir konu bu kadar önemliyken, çocuğunu herşeyden korumaya çalışan aile bu boşlukta yer almıyor malesef toplum baskısından, yetiştiriliş tarzından.Bu şekilde konuşmamaya devam edildiği sürece aileler çocuklarını daha fazla korumaya ihtiyaç duyacaklar gibi geliyor.

Sinem

Benim Şehrimde



Benim şehrimde; insanlar balkonlarını yıkamazlar. Zaten bakonları o denli küçüktür ki evlerin, bir kova suyla seller yaşanır.

Benim şehrimde; pencerelerin perdeleri açılmaz gündüzleri bile. Görmek ya da görünmek istemezler çünkü.

Benim şehrimde; karanlık basmadan yakılmaz ışıklar. Fazla elektrik kullanmamak için erken yatar insanlar.

Benim şehrimde; geceleri ders çalışır çocuklar. Gündüzleri severler çünkü, istenmeyen işler hep gece yapılır.

Benim şehrimde; bütün evleri aynı renk boyarlar, insanlar yakın olsun diye.

Benim şehrimde; bisiklete binmeyi, yürümeyi özler insanlar. Özlemlerine ulaşınca da şehrimi özlerler.

Benim şehrimde; yağmur yağar insanların içine, insanların içinde.

Benim şehrimde; yalan söylemez insanlar. Herşeyi doğru sanır, yalana inanırlar.

Benim şehrimde; insanlar bilmez aşık olmayı. Herkes kendine aşıktır, kendini suçlar aşkı tanımıyor diye.

Benim şehrimde; yeşil de azdır mavi de. Ama bembeyaz bir özgürlük vardır alabildiğine!

Benim şehrimde; herkes kendi şehrini yaratır. Yaratılanlar tek olur, şehrim büyüdükçe küçülür, cebimde taşırım onu.

Benim şehrimde; herşey benimdir, herşey “BEN”imdir!

Simsiyah

19 Kasım 2009 Perşembe

Sayı 2 : Adem!



Adem, Manisa’nın en şirin ilçesi Soma’da yaşayan 27 yaşında kendi halinde genç bir adamdı. 2 yaşına kadar annesinin memesinden ayrılamayan Adem’in 2,5 yaşında ilk söylediği kelime ise; doğduğu yerin hayatında bundan sonra ne kadar önem arzedeceğini gösterircesine “linyit” olmuştu. Kafasının çok hızlı çalışmaması, kelimeleri yanyana getirip de mecalini anlatabilmedeki başarısızlığı ve bünyesinde kendiliğinden varolan saflık nedeniyle çocukluğundan beri sosyal ilişkilerde sorun yaşamıştı. Kalabalıklarda unutulmuş veya görmezden gelinmiş, yemeklerin hep sonuna yetişebilmiş, oyunlara alınmamış ve hep ablalarının küçülen kıyafetlerini giymek zorunda kalmıştı.

Bu talihsizliği ve ezikliği ilk gençlik yıllarında da yakasını bırakmadı. Tuvalette gizli gizli sigara içmelere, okul çıkışı lise kapılarında kızlarla bakışmalara, akşamları kuytu köşelerde sidik gibi olmuş biraları tatmalara hiç çağrılmadı. Yaşıtları liseden mezun olup kimi üniversite için, kimi çalışmak için bu linyit kokan ilçeden çıktığında Adem, ölene kadar Manisa il sınırını kendi arzusuyla geçmeyeceğini çoktan anlamıştı. Alay konusu olduğu en keskin anısıyla barışıp, madende çalışmak için başvuru yaptı. Ancak liseden 24 yaşında mezun olması ve TSK’nın kapısına dayanması sebebiyle bu ilk ve en hevesli başvurusunda geri çevrildi. Hayatının tüm süreçleri gibi askerlik dönemi de olduğundan uzun sürdü ne yazık ki. Zorunlu ve gerekli hava değişimleri yüzünden 33 ay askerlik yapan Adem, Soma’da bir Mercedes-302’nin merdivenlerinden inerken cebinde 237 gram buzlu badem taşıyordu. 33 aydır binbir sıkıntıyla yaşadığı Ceylanpınar’da buzlu badem alışkanlığı sayesinde yüzü biraz olsun gülmüştü. Nedense?!

Döndüğü ilk akşam babasından nasihat dinlerken de bir yandan yine buzlu bademlerini yutuyor, bir yandan da kulağı babasında ama aklı her zaman olmak istediği madende hayaller kuruyordu. Ertesi gün, en sevdiği yavruağzı gömleğini giydi, evde halıya oturmaktan kıçı yer yer tüylenmiş siyah pantolonunu boydan boya 2 çizgi olacak şekilde ütüledi, göz kamaştıracak kadar beyaz çoraplarını gülümseyerek ayaklarına geçirdi, 563 gr buzlu bademini de ıslak ıslak avuçlayarak cebine doldurdu ve evden neşeyle çıkıp madene doğru yola koyuldu. 13 yaşından beri türlü sebeplerle kapısından döndüğü madene bu sefer kesinlikle girecekti. Bu kararlılığı madenin girişine kadar sürdü ama sigara molasında olan işçiler tarafından farkedilmeden içeri süzülemediği için beceriksiz cümleler kurmak zorunda kaldı. Yine de derdini anlatamadı, muhakkak linyite bulanmış elleriyle bademleri yutmak zorunda olduğuna kimseyi inandıramadı. İtiş kakış, madenden Salih ustanın görünmesine kadar sürdü. Salih usta nedense Soma’da Adem’i babasından bile çok koruyup kollardı, araya girip O’nu işçilerin arasından çekti ve madenden içeri soktu. Adem, sonunda cebinde buzları yarı yarıya erimiş bademler ve üzerinde en sevdiği kıyafetleri olduğu halde, karanlık bir yolda ilerlemeye başladı. Ciğerlerine sonuna kadar o mis gibi linyiti çekti.

Salih usta yanından ayrılıp onu bir köşede yalnız bıraktığında, Adem çoktan hayallere dalmıştı bile. Kendini bildi bileli olmayı en çok istediği yerdeydi. Kendi etrafında yavaşça dönüp, bu en az kendi hayatı kadar karanlık yeri hafızasına kazıdı. Artık madeni unutmayacağına ikna olduğunda da pantolonunu hafifçe yukarı doğru çekip, yavaş yavaş yere çömeldi. Simsiyah olmuş elleriyle kese kağıdının içindeki buzları kıra kıra bademleri atıştırmaya başladı. Bir süre sonra o kadar ne yaptığını bilmez bir hale geldi ki, bademlerin kabuklarını soymaktan vazgeçti. Arka arkaya 17 badem yutmuştu ki boğazında bir gıdıklanma hissetti. Öksürmeye çalıştı ama bu hamle daha da tıkanmasına yol açtı. Kese kağıdının içindeki artık rengi siyaha dönmüş buz parçalarından attı ağzına, bademin kabukları yemek borusuna iyice yapıştı. Onca şanssız gün, kılpayı kaza geçirmiş Adem, o gün o madende çok sevdiği buzlu badem yüzünden tam 7 dakika 33 saniye içinde gözlerinden yaşlar akıtarak can verdi. Cesedini ancak 13 saat sonra farkeden Salih usta, Adem’i sırtına alıp madenden çıkardığında, ağızdan ağıza dolaşan şu 3 cümle, Soma halkını kah güldürdü, kah hüzünlendirdi : Adem madene inmiş. Madende badem yemiş. Madem, Adem madende badem yemiş, bize neden getirmemiş?


Teşekkür : Bu iğrenç tekerlemeyi hayatıma katıp çok sevdiğim buzlu bademden beni bir anlık da olsa tiksindiren ama yazmama neden olup kendini affettiren, “insan” kelimesini küfür sayacağına inandığım hayvana teşekkür ederim!

Simsiyah

Sayı 2 : Bedel

Bir an için durdu. “Başka bir yolu olmalı” diye geçirdi içinden. “Başka yollar başkaları içindir” dedi daha güçlü, kabındaki yemeği yanından geçen insandan içgüdülerinin etkisiyle korumaya çalışan köpeğin hırıltısına benzer bir içsesle.

Adımlarını daha da hızlandırdı ama daha sessiz. Bu, ona yetiştirme yurdundan kalma bir yetenekti. Aşçıya yakalanmadan sütlaçtan bir kase aşırıp, kankardeşi ile yemek için mutfağa çok hızlı ve çok sessiz girip; aynı hızla ama bu sefer sese dikkat etmesine gerek kalmadan çıkması gerekirdi. Kaçarken sese dikkat etmesine gerek yoktu çünkü yurtta yediği sonsuz dayaklara bir yenisi daha eklense hiç de fark etmeyecek, hatta en azından arkadaşlarının “yine niye dayak yediniz oğlum?” sorularına verecekleri lezzetli (!) bir yanıtları olacaktı.

*** *** *** ***

Son zamanlarda iştahı hayli kabarık olan kardeşinin habersiz gelişiyle, az sonra yenecek yemeğin yanında ekmeğin yetmeyeceğini düşündü evin hanımı Asude. Güzel bir kadındı Asude hanım. Hatta bu güzelliği onu ilk gören insanlarda çok kasvetli bir hava yaratır, burnu havada bilmiş bir kadın olduğunu hissettirir, ama ağzından çıkan cehalet fışkıran ilk cümleyle beraber muhataplarında; gevşeme, kurdukları cümlelerde özensizlik ve hareketlerinde başıboşluk gözlenirdi.

‘Belki dünden kalan ekmekleri sepetliğin en altına koymuşumdur’ umuduyla, bir kez daha yokladı patates ve soğan poşetlerinin arasını.Yok, eline sert ve yuvarlak hatlı sebzelerden başka bir şey değmedi. Tek çare mızmız olan en küçük kızı Esra’yı köşedeki bakkala göndermekti, daha doğrusu göndermeye çalışmak.

Esra, asilik yaşına vücudundan önce giren olgun zekasıyla, ilk başta kendini sevdiren, ama bunu çok bilmiş tavırlarıyla fazla sürdüremeyen, evin en küçük kızı, babasının en büyük dostu, annesinin sinir hastalıklarının sebebi, ablalarının komşu gezmelerinde yanlarına almadıkları olmasa da olurlarıydı. En büyük zevki müzik için: ’Benim için müzik ruhun gıdası değil, nefesi; o olmadan birkaç dakikadan fazla yaşayamam’ derdi; ‘çıkart artık kulağından şu zımbırtıyı’ diye bağıran ablalarına karşı, her zamanki eke tavrıyla.

‘Esra’ diye bağırdı Asude hanım ama ilk bağırmasında yanıt alamayacağını bildiğinden, yemeği karıştırdığı tahta kaşığı süzmek adına tencerenin kenarına hafif hafif vurmasının eşliğinde daha sert bağırdı:

- Esra! Duymuyor musun kız beni?

Hızla yan odaya geçti, hızlı davranıyordu çünkü her hafta merakla takip ettiği dizinin başlamasına çok az kalmış ve başlamadan bulaşıklar yıkanmış, çay suyu konmuş olmalıydı. Yan odada Esra’yı, baterinin ritmiyle kendinden geçmiş, müzik çaların kulaklığını kulaklığına adeta yapıştırır gibi takmış, kafasını sallar halde buldu:

- Kör olmayasıca ben kime bağırıyorum iki saattir.
- Tek kulaklığı hafifçe çıkaran Esra:
- Ne var yine ya?
- Koş ekmek al iki tane, dayın geldi, hadi çabuk yemek olmak üzere.
- Ya bir git anne lütfen ya, akşamın bu saatinde.
- Saat daha sekiz bile olmadı ne olmuş akşamın bu saatine, hem herkes daha sokakta hadi bir koşu al da gel.

Çok önemli bir iş yapıyor edasıyla kulaklığı tekrar takar halde:

- Uf tamam ya, para ver.
- Al, ha bide yarım kilo toz şeker al.
- Ne?
- Yarım ki... çıkartsana şu zımbırtıyı kulağından kör olmayasıca.
- Ha ne dedin? Bir daha söyle.
- Yarım kiloda şeker al diyorum, hadi sallanma koş.

Kulaklıklar hala kulağında olduğu halde çıktı dışarı. Ayağındaki topuklarını dışarıda bırakan küçük terliklerini yere sürte sürte aşağıdaki bakkala iniyordu onu izleyen bir çift acıyan gözden bihaber. Ekmekleri alıp aynı yola çıkması çok uzun sürmedi Esra’nın. Arkasında; yetimhanedeki kadar olmasa da ona yakın bir sessizlikte ilerleyen adamı,kulağında basbas bağıran müzik olmasa da duyması çok zor olacaktı.

*** *** *** ***

Çığlık atamadı çünkü önce ağzını kapatmıştı adam. Sağ eliyle aniden ağzını kapatıp, sol koluyla ufacık bedeni sıkıca kavrayarak, tenha sokağın şahitliğinde, hemen yandaki boş arsanın yıkık dökük duvarının dibinde, kırağıyla ıslanmış ve soğuk çimlerin üzerine yüzü koyun yatırdı. Fazla acı çektirmek istemiyordu, gözlerinden de belliydi zaten,acıyarak bakan gözlerinden. Mecburdu ama bir iz bırakmaya, başka yolu yoktu çünkü, başka yollar başkaları içindi.

*** *** *** ***

‘Yedi yıl ağır hapsine’ dediğinde hakim, biraz ağırına gitti, daha az bekliyordu ama ‘neyse’ dedi içsesi yarım ağız bir şekilde. İki yanında jandarma erleri olduğu halde adliye koridorundan nakil aracına doğru ilerlerken, Esra’nın babasıyla göz göze geldi bir an. Adam ona: ’İçerde icabına bakarlar artık, bırakmazlar yanına ırz düşmanı orospu çocuğu’ dedi, gözleri kan çanağı, dişlerini neredeyse kıracak kadar sıkar halde. O da biliyordu yanına bırakmayacaklardı içerde oğlancılar. Tıpkı diğer tecavüzden yatanlara yaptıkları gibi. Asıl adalet içeri girdikten sonra başlardı bu topraklarda, biliyordu.Tamam korkuyordu, ama korkuyla beraber büyük bir heyecan ve belli etmemeye çalışmasına, herkesin ona ‘bide utanmadan sırıtıyor ırz düşmanı’ demesine sebep olan dudağının sol kenarında belli belirsiz bir gülümsemeye neden olan sevinç de duyuyordu.

*** *** *** ***

Tanrı penisinin başından aldığı sinir hücrelerini makatının çevresine yerleştirmiş; buna haddinden fazla östrojen hormonu da eklenince, erkeklere kendini sunmak tutkunun ötesinde zorunlu bir ihtiyaç şeklini almıştı onun için. Zorunlu çünkü, yapmadığı zaman sinirleri geriliyor, sinirlerinin gerilmesi ise çocukluğunda geçirdiği havalenin mirası sara krizlerini tetikliyordu. Bu duygusunu ne kadar uzun süre tatmin etmezse nöbetler o kadar sıklaşıyor, nöbet sonrası toparlanması uzuyor, o derece hayattan kopuyordu.

Çirkin yüzü ve bedeni ona hapishanede oğlancıların kucağına düşmekten başka çare bırakmadı. Bunun için yapması gereken tek şey, vicdanının tüm engellemelerine rağmen bir kıza tecavüz etmekti, o da öyle yaptı. Nitekim bu dünyada, birilerinin mutluluğu için birilerinin bedel ödemesi gerekiyordu.

Tahsin

Sayı 2 : Sevgililiği Abartanlar

Sevgililiği Abartanlar, Bireyselliği Reddedenler Üzerine Bir Yazı

Fikirlerini sevgilisinin hoşuna gidecek şekilde biçimlendirmek, ayrı hayatlarının olması bilincinden çok sevişme esnasındaki bedensel birliği, beyinsel birliğe de dönüştürmeyi hedef alan birey olamamışların yaşantısı çok batmakta bugünlerde gözüme, kulağıma, kalbime, duygusal algılarıma...
Örneğin; ikisi de arkadaşınızdır, hatun olmadık olaydan trip atmış ve artık onunla uğraşmayı, ilgilenmeyi kestiyseniz, aranız bozulduysa bir şekilde ama erkek olanla herhangi bir probleminiz yoksa bile bir gün karşılaştığınızda onu da soğuk bulursunuz, artık onunla da konuşamayacak hale gelebilirsiniz.

Çünkü sevgilisi sizin hakkınızda atıp tutmuştur, o da sevgilisine sevgisini kanıtlamak, benim için" o" değil, "sen" önemlisin demek için aradaki ilişkiyi sıfırlamayı göze almış ve sonunda "nasılsın?" sorusuna karşılık alamadığınızdan ötürü tebrik edilmeyi haketmiş bir sevgili olmayı başarmıştır.
Bir kadın veya erkek sevgilisinin özgürlüğünü kendi çizdiği alanlarda mı yaşamasına izin vermekte ve böyle mutlu olduklarını mı düşünmektedir?
Günümüzde yaşanan ilişkilerde insanların sevgi ölçütü kısıtlama miktarına bağlı olmuş.

Ne kadar kısıtlarsam onu o kadar sevdiğimi düşünür hem de dediğimden çıkmaz, beni aldatmaz düşüncesi yerleşmiş. Kısıtlamanın olduğu 3 metrekarelik bir alanda on katı kaçış noktası olabileceğini hesaba katmayan sadık gençlerle donattık evi, okulu, sokağı. Sırf üç metrekarelik alanda aşk yaşamaya çalışan, nefes almak için kaçış noktalarından kafasını uzatıp da dışarı bakan insanları görür olduk ve gördüğümüz her yerde de aşk kaçamaklarına tanık olduk.

Hepimiz biliyoruz sizi kaç kişiyle aldattıklarını, nerede, ne zaman yalan söylediklerini, hayallerinizi onunla kafeste yaşayabilmek uğruna yoksaydığınızı… Hepsini biliyoruz ve içinde bulunduğunuz durumun size verdiği zararlardan biz de etkilenmiyor, suçlanmıyor değiliz kavgalarınızda.
Size göre doğru olanlar bize göre değilse yadırganır olmuşuz mesela hava karardığında tüm kötülüklerin, yalanların, aldatmaların çocuğuna gelecek endişesi taşıyan her ebeveyn gibi onlar da sevgililerin gece arkadaşıyla çıkmasına "izin" vermez olmuş, ama izin vermediklerinin hepsinin teker teker yapar ve ertesi gün evli bir kadının boşanma davası bitmeden başka bir adamla el ele dolaşmasını kınarmış bu “kuralsever” arkadaşlarımız.

Yine konuları dağıttım, bu konuda kendime benim de sınırlarımı belirleyecek bir sevgiliye ihtiyacım olacak sanırım.(!)
Kısaca aslında söylemek istediğim; karşınızdakine ve çevrenizdekilerin size olan saygısının sürmesi, istediklerinizi kısıtlamak için değil daha da geniş yelpazede gerçekleştirebilmeniz için sevgilinizi bi rahat bırakın! İnanın sizi daha az aldatacak ve size daha bağlı olacaklar!

Sinem

Sayı 2 : Eğlence mi? O ne?

İnsandan insana, hatta bazen aynı bünyede zamana ve mekana bağlı olarak bile değişebilen bir halet-i ruhiye bence… Aynı insan evladı bir gün herkesin ayakta seviştiği bir yerden zevk alırken, ertesi gün sadece çay içebileceği bir yerden olmaktan mutluluk duyabilir… Ya da bugün Metallica dinleyip kendinden geçerken, yarın serdar ortaç abimle oryantal yapabilir… İnsan bu yani, her şeyi beklemek lazım derim ben…

Cuma, Cumartesi günleri öyle iplerini koparmış gibi Taksim’i istila edip de, telefonda hararetli hararetli konuşanlar, koşar adım yürüyenler, allengirli yerlere yetişmiyorlar… Gittikleri yerleri allengirli yapan insanlara yetişmeye çalışıyorlar… O adamlar çok mu matah peki? Yooo, gündüzleri plazalardaki işlerinde takım elbiselerle çalışıp, üstlerindeki iki kuruşluk adamlara yalakalık yapan işletme fakültesinin en parlak mezunları... Hafta sonu akşamları “biz bu değiliz aslında, çok acayip eğleniyoruz, marjinal adamlarız bildiğiniz gibi değil” demek için kendilerini Taksim’e atıyorlar. Ki aslında Taksim’den de pek hazetmiyorlar, çoğunlukla da gece 11 den sonra bütün sokaklarından korkuyorlar. Mekanı o kadar allengirli kılan da zannımca hep aynı güruh, anlaşıp anlaşıp gidip her hafta başka yerlerde dağıtıp orayı “çok acayip bi yer” statüsüne sokuyorlar.

Mekan, neresi olursa olsun, içerde nasıl bir müzik ya da benzeri çalıyor olursa olsun, nasıl bir alkol ya da bolca sulu bira olursa olsun fark etmiyor, en önemlisi oraya beraber gittiğin insanların potansiyel enerjisi ve bi araya gelindiğinde vücutta 0,5 promile yükseltilen alkolün de etkisiyle oluşan kinetik enerjidir. Zaten yasal promil geçildikten sonra çalan müziğin, tuvaletin ne kadar pis olduğunun, miller şişesine bok varmış gibi tıkılan güzelim limonun, kızların gerizekalı gibi Cumartesi akşamı bile topuklu ayakkabı giymesinin, arada mekana uğrayıp bikaç bira içen ve hesabı kakalayan bazı asalak arkadaşların hiç önemi yoktur. Kimse kimsenin söylediğini duymaz, dinlemez de zaten. O mekandaki muhabbet konuları yazılı olmayan kurallar gibidir. İçilenin markası, kızlar arasındaki tuvalete beraber gitme seremonileri, boktan dedikodular ve etraftaki tek gecelik bedenler… Ama her şeye rağmen o an her şey müthiş eğlencelidir, etrafındaki herkes arkadaşındır, biraz sonra daha neyin olcak belli değildir. Aslında şu karşıda sevgilisiyle dans edip sana da göz kırpan kadın/adam da fena değildir. Ammmaaaannnn ne önemi vardır v.s...

Gecenin sonunda da evet birileri kusuyor, birileri bambide ıslak hamburger yiyor (eskiden aynı kadro çorba içerdi), birileri kenarda köşede uyukluyor, birileri ümraniyedeki evine gitmemek için beşiktaşta oturan arkadaşına ufaktan yem atıyor, birileri bardaki 2 bira ısmarladığı sarışını götüremedi diye kendine bok sürdürmemek için “gol atamadım ama iyi oynadım” edebiyatı yapıyor, birileri sarhoşluğa sığınıp bol bol saçmalıyor, birileri de oturup bunları izleyip not alıyor olur (benim gibi).

Sonrası mı? Sonrası; bütün gece sigara içmiyor dahi olsan, çiğnemiş gibi hissettiğin izmaritler yüzünden iç organlarının bile sigara koktuğu hissi, içip içip mal gibi zıplamaktan mütevellit kana 5 kat hızla karışan sulu biranın yan etkisi olan baş ağrısı, üst üste yediğin birbirinden alakasız yağ deposu yiyeceklerden bulanan bir mide, insan olanın girmeyeceği kadar sıkışık bir bodrum katında ite kaka adına dans dediğin şeyi yapmaktan kramp girmiş bir vücutla uyandığın bir Pazar sabahı... Kendine gelebilmek için şekerli çay ve tuzlu peyniri ilaç niyetine yuttuğun bir kahvaltı ve baş ağrısını daha da arttıran magazin programlarıyla ayılmaya çalışan metobolizma, tam kendine gelmişken bu sefer de piç olan Pazar günü için ağlayıp yeniden iş stresine kendini hazırlar. Tüm bunlardan sonra sorarsan ki “Bu mu yani eğlence?” diye; küfürlerden yapılmış zincirleme isim tamlamalarını duymak kaçınılmazdır. Pehh! Boşver be hacım, evde yayılıp film izlemek gibisi yok!

Simsiyah