15 Aralık 2009 Salı

Notasız Dizeler


Bu akşam hiç yokken, tam yatacakken uzun zamandır müzik dinlemediğimi farkedip ağlamaya başladım.

Çalışmaya başlamadan önce her gece yatmadan hafif müzikle kitap okumaya alışkın bünyem, kendini uzun süredir ihmal edip, olur olmadık işlerle meşgul etmiş, yormuş.
Kendime en son ne zaman vakit ayırdım, ne zaman sevdiğim şarkıyı açıp birşey yapmadan onu dinledim, kitap okudum, yemek hazırlayıp film seyrettim tek başıma ya da ne zaman yapılması gereken gündelik, başkalarının benden para karşılığı beklediği şeyleri yapmanın dışında kendim için karşılıksız bir şey yaptım hatırlamıyordum ve hepsi sadece o an bir nota duymadığımdan ileri gelmişti.

Gün içinde yöneticimin içtiğim sigara sayısına karışmasına aldırış etmezken, herhangi bir çizgide yer alan notanın beni böylesine sarsacağını tahmin etmemiştim.

Bir notanın sesini ancak başka bir firmayla görüşmek için telefon ahizesini kaldırdığımda duyabiliyordum. Bir notalık değeri olmayan şeyler için kendimden uzaklaşmıştım.

O gün ağlamam bile vakit kaybıydı aslında; ertesi gün erken kalkıp, herşeyin görünüşte olduğu işime düzgün kıyafet, saç ve makyajla gitmek, enerji dolu olmak zorundaydım. Böyle zamanlarda evden çıkıp asansöre bindiğimde stop düğmesine elim gidiyor sonra da vazgeçiyor, itekleyerek toplu taşıma araçlarına binmeye çalışıyordum.

İşsizliğin günden güne arttığı bu şehirde, düzenli para kazandığım bir işte çalışmanın verdiği huzur zamanla huzursuzluğa dönüşmüştü. Elime ne geçmişti bu süreçte; para, dolayısıyla iş kıyafetleri, yemek, fatura ödemeleri. Ne götürmüştü diye sorarsam şu an zevklerimi, heyecanımı götürmüş olduğunu farkediyorum. Artık eskiden sevdiğim şeyleri hatırlayamaz, hatırlasam da vakit ayıramaz, kendini hergün yineleyen biri olmuşum.

Halbuki o kadar da test çözmüş, hafta sonlarını çocuk yaştan beri dershanelerde harcamış, sosyal alanlarla ilgilenmektense oturup ders çalışmış ve arkadaşlarımı sollayarak bir üniversiteye girmiş(!), kopya çekemediğim için biraz geç de olsa etiketim olmuştu. Tüm yapmam gerekenleri yapmış ama karşılığını kötü almıştım.

Çünkü herşeyin başından itibaren yanlış olduğunun, sonucunun da tıpkı sebebindeki zorunluluk gibi olacağının farkındaydım aslında. Yani bundan sonra ya bırakıp herşeyi istediğim gibi başlatarak sonucunu yaşayacaktım ya da güvenli sınırlar çerçevesinde sıradan hayatımı devam ettirecektim.

Yatağımdan kalktım ve zamanında bana hediye edilmiş, zaman ayrılarak hazırlanmış bir müzik cdsini takıp dinlerken hazırlayana; mutluluk için biraz cesaret gerektiğini yazıp mesaj attım.

Sinem

14 Aralık 2009 Pazartesi

Anket Sonucu

Sağ üst köşede yer alan anketin amacı; çevremizdekileri örneklem alarak anakütleyi biraz olsun tahmin edebilmekti.

Anket sorusunun amacı ise; örnek kütlenin cinselliği ailesiyle konuşup konuşamadığı, cinsellik hakkında porno dışında nerelerden bilgi aldığı idi.

Şıklarda porno olmasa dahi başka alternatifi olmayanların, buna internette yer alan yazıları okuduğunu hatırlayarak seçenler hariç, interneti seçme durumunda kaldıklarının da bilincine varmış bulunuyoruz.En fazla seçilen şık internet üzerinden olduğu da bunun bir göstergesi.

Ailesiyle konuşarak cinsellik hakkında temel bilgileri edinen kişileri merak etmekte ve asıl hedeflenen kitlenin o olduğuna dikkat çekmek istiyorum.Çünkü aile içinde cinsellik konusunda herkesin önceden ezberlenmiş rolleri olduğunu ve üstü kapalı oynandığını biliyoruz.Aileyle cinsellik hakkında ifadenin başlangıcı; birlikte film izlerken öpüşme sahnesinde çocuklarının gözlerini kapatmak ile torun istemeye varan bir sıçrayışta son bulur.Aradaki boşluğu çocuklar nasıl doldurursa doldursun diye bakarlar, utanırlar konuşmaya, torunu nasıl istediklerini soramayacak kadar bilgi edinmiş çocuklarına karşı.İşte bu aradaki boşluğu ne yazık ki pornodaki sapkınlıkları temel alarak, arkadaşlarının yanında sırf kendini kanıtlamak için bir duygu olmadan para vererek yaşanan cinsellikler ile ileride erken boşalmanın temelini atarak başlıyorlar.Yani öpüşme sahnesinde gözlerini kapattıktan sonra açtığında ondan nasıl çocuk bekleniyorsa, onlar da cinselliği arada boşluk olmadan, sevişme olmadan, birden, tek hedefe, boşalmaya yönelik yaşıyor, geçiyorlar.

Temelini nerden aldığımız bir konu bu kadar önemliyken, çocuğunu herşeyden korumaya çalışan aile bu boşlukta yer almıyor malesef toplum baskısından, yetiştiriliş tarzından.Bu şekilde konuşmamaya devam edildiği sürece aileler çocuklarını daha fazla korumaya ihtiyaç duyacaklar gibi geliyor.

Sinem

Benim Şehrimde



Benim şehrimde; insanlar balkonlarını yıkamazlar. Zaten bakonları o denli küçüktür ki evlerin, bir kova suyla seller yaşanır.

Benim şehrimde; pencerelerin perdeleri açılmaz gündüzleri bile. Görmek ya da görünmek istemezler çünkü.

Benim şehrimde; karanlık basmadan yakılmaz ışıklar. Fazla elektrik kullanmamak için erken yatar insanlar.

Benim şehrimde; geceleri ders çalışır çocuklar. Gündüzleri severler çünkü, istenmeyen işler hep gece yapılır.

Benim şehrimde; bütün evleri aynı renk boyarlar, insanlar yakın olsun diye.

Benim şehrimde; bisiklete binmeyi, yürümeyi özler insanlar. Özlemlerine ulaşınca da şehrimi özlerler.

Benim şehrimde; yağmur yağar insanların içine, insanların içinde.

Benim şehrimde; yalan söylemez insanlar. Herşeyi doğru sanır, yalana inanırlar.

Benim şehrimde; insanlar bilmez aşık olmayı. Herkes kendine aşıktır, kendini suçlar aşkı tanımıyor diye.

Benim şehrimde; yeşil de azdır mavi de. Ama bembeyaz bir özgürlük vardır alabildiğine!

Benim şehrimde; herkes kendi şehrini yaratır. Yaratılanlar tek olur, şehrim büyüdükçe küçülür, cebimde taşırım onu.

Benim şehrimde; herşey benimdir, herşey “BEN”imdir!

Simsiyah

19 Kasım 2009 Perşembe

Sayı 2 : Adem!



Adem, Manisa’nın en şirin ilçesi Soma’da yaşayan 27 yaşında kendi halinde genç bir adamdı. 2 yaşına kadar annesinin memesinden ayrılamayan Adem’in 2,5 yaşında ilk söylediği kelime ise; doğduğu yerin hayatında bundan sonra ne kadar önem arzedeceğini gösterircesine “linyit” olmuştu. Kafasının çok hızlı çalışmaması, kelimeleri yanyana getirip de mecalini anlatabilmedeki başarısızlığı ve bünyesinde kendiliğinden varolan saflık nedeniyle çocukluğundan beri sosyal ilişkilerde sorun yaşamıştı. Kalabalıklarda unutulmuş veya görmezden gelinmiş, yemeklerin hep sonuna yetişebilmiş, oyunlara alınmamış ve hep ablalarının küçülen kıyafetlerini giymek zorunda kalmıştı.

Bu talihsizliği ve ezikliği ilk gençlik yıllarında da yakasını bırakmadı. Tuvalette gizli gizli sigara içmelere, okul çıkışı lise kapılarında kızlarla bakışmalara, akşamları kuytu köşelerde sidik gibi olmuş biraları tatmalara hiç çağrılmadı. Yaşıtları liseden mezun olup kimi üniversite için, kimi çalışmak için bu linyit kokan ilçeden çıktığında Adem, ölene kadar Manisa il sınırını kendi arzusuyla geçmeyeceğini çoktan anlamıştı. Alay konusu olduğu en keskin anısıyla barışıp, madende çalışmak için başvuru yaptı. Ancak liseden 24 yaşında mezun olması ve TSK’nın kapısına dayanması sebebiyle bu ilk ve en hevesli başvurusunda geri çevrildi. Hayatının tüm süreçleri gibi askerlik dönemi de olduğundan uzun sürdü ne yazık ki. Zorunlu ve gerekli hava değişimleri yüzünden 33 ay askerlik yapan Adem, Soma’da bir Mercedes-302’nin merdivenlerinden inerken cebinde 237 gram buzlu badem taşıyordu. 33 aydır binbir sıkıntıyla yaşadığı Ceylanpınar’da buzlu badem alışkanlığı sayesinde yüzü biraz olsun gülmüştü. Nedense?!

Döndüğü ilk akşam babasından nasihat dinlerken de bir yandan yine buzlu bademlerini yutuyor, bir yandan da kulağı babasında ama aklı her zaman olmak istediği madende hayaller kuruyordu. Ertesi gün, en sevdiği yavruağzı gömleğini giydi, evde halıya oturmaktan kıçı yer yer tüylenmiş siyah pantolonunu boydan boya 2 çizgi olacak şekilde ütüledi, göz kamaştıracak kadar beyaz çoraplarını gülümseyerek ayaklarına geçirdi, 563 gr buzlu bademini de ıslak ıslak avuçlayarak cebine doldurdu ve evden neşeyle çıkıp madene doğru yola koyuldu. 13 yaşından beri türlü sebeplerle kapısından döndüğü madene bu sefer kesinlikle girecekti. Bu kararlılığı madenin girişine kadar sürdü ama sigara molasında olan işçiler tarafından farkedilmeden içeri süzülemediği için beceriksiz cümleler kurmak zorunda kaldı. Yine de derdini anlatamadı, muhakkak linyite bulanmış elleriyle bademleri yutmak zorunda olduğuna kimseyi inandıramadı. İtiş kakış, madenden Salih ustanın görünmesine kadar sürdü. Salih usta nedense Soma’da Adem’i babasından bile çok koruyup kollardı, araya girip O’nu işçilerin arasından çekti ve madenden içeri soktu. Adem, sonunda cebinde buzları yarı yarıya erimiş bademler ve üzerinde en sevdiği kıyafetleri olduğu halde, karanlık bir yolda ilerlemeye başladı. Ciğerlerine sonuna kadar o mis gibi linyiti çekti.

Salih usta yanından ayrılıp onu bir köşede yalnız bıraktığında, Adem çoktan hayallere dalmıştı bile. Kendini bildi bileli olmayı en çok istediği yerdeydi. Kendi etrafında yavaşça dönüp, bu en az kendi hayatı kadar karanlık yeri hafızasına kazıdı. Artık madeni unutmayacağına ikna olduğunda da pantolonunu hafifçe yukarı doğru çekip, yavaş yavaş yere çömeldi. Simsiyah olmuş elleriyle kese kağıdının içindeki buzları kıra kıra bademleri atıştırmaya başladı. Bir süre sonra o kadar ne yaptığını bilmez bir hale geldi ki, bademlerin kabuklarını soymaktan vazgeçti. Arka arkaya 17 badem yutmuştu ki boğazında bir gıdıklanma hissetti. Öksürmeye çalıştı ama bu hamle daha da tıkanmasına yol açtı. Kese kağıdının içindeki artık rengi siyaha dönmüş buz parçalarından attı ağzına, bademin kabukları yemek borusuna iyice yapıştı. Onca şanssız gün, kılpayı kaza geçirmiş Adem, o gün o madende çok sevdiği buzlu badem yüzünden tam 7 dakika 33 saniye içinde gözlerinden yaşlar akıtarak can verdi. Cesedini ancak 13 saat sonra farkeden Salih usta, Adem’i sırtına alıp madenden çıkardığında, ağızdan ağıza dolaşan şu 3 cümle, Soma halkını kah güldürdü, kah hüzünlendirdi : Adem madene inmiş. Madende badem yemiş. Madem, Adem madende badem yemiş, bize neden getirmemiş?


Teşekkür : Bu iğrenç tekerlemeyi hayatıma katıp çok sevdiğim buzlu bademden beni bir anlık da olsa tiksindiren ama yazmama neden olup kendini affettiren, “insan” kelimesini küfür sayacağına inandığım hayvana teşekkür ederim!

Simsiyah

Sayı 2 : Bedel

Bir an için durdu. “Başka bir yolu olmalı” diye geçirdi içinden. “Başka yollar başkaları içindir” dedi daha güçlü, kabındaki yemeği yanından geçen insandan içgüdülerinin etkisiyle korumaya çalışan köpeğin hırıltısına benzer bir içsesle.

Adımlarını daha da hızlandırdı ama daha sessiz. Bu, ona yetiştirme yurdundan kalma bir yetenekti. Aşçıya yakalanmadan sütlaçtan bir kase aşırıp, kankardeşi ile yemek için mutfağa çok hızlı ve çok sessiz girip; aynı hızla ama bu sefer sese dikkat etmesine gerek kalmadan çıkması gerekirdi. Kaçarken sese dikkat etmesine gerek yoktu çünkü yurtta yediği sonsuz dayaklara bir yenisi daha eklense hiç de fark etmeyecek, hatta en azından arkadaşlarının “yine niye dayak yediniz oğlum?” sorularına verecekleri lezzetli (!) bir yanıtları olacaktı.

*** *** *** ***

Son zamanlarda iştahı hayli kabarık olan kardeşinin habersiz gelişiyle, az sonra yenecek yemeğin yanında ekmeğin yetmeyeceğini düşündü evin hanımı Asude. Güzel bir kadındı Asude hanım. Hatta bu güzelliği onu ilk gören insanlarda çok kasvetli bir hava yaratır, burnu havada bilmiş bir kadın olduğunu hissettirir, ama ağzından çıkan cehalet fışkıran ilk cümleyle beraber muhataplarında; gevşeme, kurdukları cümlelerde özensizlik ve hareketlerinde başıboşluk gözlenirdi.

‘Belki dünden kalan ekmekleri sepetliğin en altına koymuşumdur’ umuduyla, bir kez daha yokladı patates ve soğan poşetlerinin arasını.Yok, eline sert ve yuvarlak hatlı sebzelerden başka bir şey değmedi. Tek çare mızmız olan en küçük kızı Esra’yı köşedeki bakkala göndermekti, daha doğrusu göndermeye çalışmak.

Esra, asilik yaşına vücudundan önce giren olgun zekasıyla, ilk başta kendini sevdiren, ama bunu çok bilmiş tavırlarıyla fazla sürdüremeyen, evin en küçük kızı, babasının en büyük dostu, annesinin sinir hastalıklarının sebebi, ablalarının komşu gezmelerinde yanlarına almadıkları olmasa da olurlarıydı. En büyük zevki müzik için: ’Benim için müzik ruhun gıdası değil, nefesi; o olmadan birkaç dakikadan fazla yaşayamam’ derdi; ‘çıkart artık kulağından şu zımbırtıyı’ diye bağıran ablalarına karşı, her zamanki eke tavrıyla.

‘Esra’ diye bağırdı Asude hanım ama ilk bağırmasında yanıt alamayacağını bildiğinden, yemeği karıştırdığı tahta kaşığı süzmek adına tencerenin kenarına hafif hafif vurmasının eşliğinde daha sert bağırdı:

- Esra! Duymuyor musun kız beni?

Hızla yan odaya geçti, hızlı davranıyordu çünkü her hafta merakla takip ettiği dizinin başlamasına çok az kalmış ve başlamadan bulaşıklar yıkanmış, çay suyu konmuş olmalıydı. Yan odada Esra’yı, baterinin ritmiyle kendinden geçmiş, müzik çaların kulaklığını kulaklığına adeta yapıştırır gibi takmış, kafasını sallar halde buldu:

- Kör olmayasıca ben kime bağırıyorum iki saattir.
- Tek kulaklığı hafifçe çıkaran Esra:
- Ne var yine ya?
- Koş ekmek al iki tane, dayın geldi, hadi çabuk yemek olmak üzere.
- Ya bir git anne lütfen ya, akşamın bu saatinde.
- Saat daha sekiz bile olmadı ne olmuş akşamın bu saatine, hem herkes daha sokakta hadi bir koşu al da gel.

Çok önemli bir iş yapıyor edasıyla kulaklığı tekrar takar halde:

- Uf tamam ya, para ver.
- Al, ha bide yarım kilo toz şeker al.
- Ne?
- Yarım ki... çıkartsana şu zımbırtıyı kulağından kör olmayasıca.
- Ha ne dedin? Bir daha söyle.
- Yarım kiloda şeker al diyorum, hadi sallanma koş.

Kulaklıklar hala kulağında olduğu halde çıktı dışarı. Ayağındaki topuklarını dışarıda bırakan küçük terliklerini yere sürte sürte aşağıdaki bakkala iniyordu onu izleyen bir çift acıyan gözden bihaber. Ekmekleri alıp aynı yola çıkması çok uzun sürmedi Esra’nın. Arkasında; yetimhanedeki kadar olmasa da ona yakın bir sessizlikte ilerleyen adamı,kulağında basbas bağıran müzik olmasa da duyması çok zor olacaktı.

*** *** *** ***

Çığlık atamadı çünkü önce ağzını kapatmıştı adam. Sağ eliyle aniden ağzını kapatıp, sol koluyla ufacık bedeni sıkıca kavrayarak, tenha sokağın şahitliğinde, hemen yandaki boş arsanın yıkık dökük duvarının dibinde, kırağıyla ıslanmış ve soğuk çimlerin üzerine yüzü koyun yatırdı. Fazla acı çektirmek istemiyordu, gözlerinden de belliydi zaten,acıyarak bakan gözlerinden. Mecburdu ama bir iz bırakmaya, başka yolu yoktu çünkü, başka yollar başkaları içindi.

*** *** *** ***

‘Yedi yıl ağır hapsine’ dediğinde hakim, biraz ağırına gitti, daha az bekliyordu ama ‘neyse’ dedi içsesi yarım ağız bir şekilde. İki yanında jandarma erleri olduğu halde adliye koridorundan nakil aracına doğru ilerlerken, Esra’nın babasıyla göz göze geldi bir an. Adam ona: ’İçerde icabına bakarlar artık, bırakmazlar yanına ırz düşmanı orospu çocuğu’ dedi, gözleri kan çanağı, dişlerini neredeyse kıracak kadar sıkar halde. O da biliyordu yanına bırakmayacaklardı içerde oğlancılar. Tıpkı diğer tecavüzden yatanlara yaptıkları gibi. Asıl adalet içeri girdikten sonra başlardı bu topraklarda, biliyordu.Tamam korkuyordu, ama korkuyla beraber büyük bir heyecan ve belli etmemeye çalışmasına, herkesin ona ‘bide utanmadan sırıtıyor ırz düşmanı’ demesine sebep olan dudağının sol kenarında belli belirsiz bir gülümsemeye neden olan sevinç de duyuyordu.

*** *** *** ***

Tanrı penisinin başından aldığı sinir hücrelerini makatının çevresine yerleştirmiş; buna haddinden fazla östrojen hormonu da eklenince, erkeklere kendini sunmak tutkunun ötesinde zorunlu bir ihtiyaç şeklini almıştı onun için. Zorunlu çünkü, yapmadığı zaman sinirleri geriliyor, sinirlerinin gerilmesi ise çocukluğunda geçirdiği havalenin mirası sara krizlerini tetikliyordu. Bu duygusunu ne kadar uzun süre tatmin etmezse nöbetler o kadar sıklaşıyor, nöbet sonrası toparlanması uzuyor, o derece hayattan kopuyordu.

Çirkin yüzü ve bedeni ona hapishanede oğlancıların kucağına düşmekten başka çare bırakmadı. Bunun için yapması gereken tek şey, vicdanının tüm engellemelerine rağmen bir kıza tecavüz etmekti, o da öyle yaptı. Nitekim bu dünyada, birilerinin mutluluğu için birilerinin bedel ödemesi gerekiyordu.

Tahsin

Sayı 2 : Sevgililiği Abartanlar

Sevgililiği Abartanlar, Bireyselliği Reddedenler Üzerine Bir Yazı

Fikirlerini sevgilisinin hoşuna gidecek şekilde biçimlendirmek, ayrı hayatlarının olması bilincinden çok sevişme esnasındaki bedensel birliği, beyinsel birliğe de dönüştürmeyi hedef alan birey olamamışların yaşantısı çok batmakta bugünlerde gözüme, kulağıma, kalbime, duygusal algılarıma...
Örneğin; ikisi de arkadaşınızdır, hatun olmadık olaydan trip atmış ve artık onunla uğraşmayı, ilgilenmeyi kestiyseniz, aranız bozulduysa bir şekilde ama erkek olanla herhangi bir probleminiz yoksa bile bir gün karşılaştığınızda onu da soğuk bulursunuz, artık onunla da konuşamayacak hale gelebilirsiniz.

Çünkü sevgilisi sizin hakkınızda atıp tutmuştur, o da sevgilisine sevgisini kanıtlamak, benim için" o" değil, "sen" önemlisin demek için aradaki ilişkiyi sıfırlamayı göze almış ve sonunda "nasılsın?" sorusuna karşılık alamadığınızdan ötürü tebrik edilmeyi haketmiş bir sevgili olmayı başarmıştır.
Bir kadın veya erkek sevgilisinin özgürlüğünü kendi çizdiği alanlarda mı yaşamasına izin vermekte ve böyle mutlu olduklarını mı düşünmektedir?
Günümüzde yaşanan ilişkilerde insanların sevgi ölçütü kısıtlama miktarına bağlı olmuş.

Ne kadar kısıtlarsam onu o kadar sevdiğimi düşünür hem de dediğimden çıkmaz, beni aldatmaz düşüncesi yerleşmiş. Kısıtlamanın olduğu 3 metrekarelik bir alanda on katı kaçış noktası olabileceğini hesaba katmayan sadık gençlerle donattık evi, okulu, sokağı. Sırf üç metrekarelik alanda aşk yaşamaya çalışan, nefes almak için kaçış noktalarından kafasını uzatıp da dışarı bakan insanları görür olduk ve gördüğümüz her yerde de aşk kaçamaklarına tanık olduk.

Hepimiz biliyoruz sizi kaç kişiyle aldattıklarını, nerede, ne zaman yalan söylediklerini, hayallerinizi onunla kafeste yaşayabilmek uğruna yoksaydığınızı… Hepsini biliyoruz ve içinde bulunduğunuz durumun size verdiği zararlardan biz de etkilenmiyor, suçlanmıyor değiliz kavgalarınızda.
Size göre doğru olanlar bize göre değilse yadırganır olmuşuz mesela hava karardığında tüm kötülüklerin, yalanların, aldatmaların çocuğuna gelecek endişesi taşıyan her ebeveyn gibi onlar da sevgililerin gece arkadaşıyla çıkmasına "izin" vermez olmuş, ama izin vermediklerinin hepsinin teker teker yapar ve ertesi gün evli bir kadının boşanma davası bitmeden başka bir adamla el ele dolaşmasını kınarmış bu “kuralsever” arkadaşlarımız.

Yine konuları dağıttım, bu konuda kendime benim de sınırlarımı belirleyecek bir sevgiliye ihtiyacım olacak sanırım.(!)
Kısaca aslında söylemek istediğim; karşınızdakine ve çevrenizdekilerin size olan saygısının sürmesi, istediklerinizi kısıtlamak için değil daha da geniş yelpazede gerçekleştirebilmeniz için sevgilinizi bi rahat bırakın! İnanın sizi daha az aldatacak ve size daha bağlı olacaklar!

Sinem

Sayı 2 : Eğlence mi? O ne?

İnsandan insana, hatta bazen aynı bünyede zamana ve mekana bağlı olarak bile değişebilen bir halet-i ruhiye bence… Aynı insan evladı bir gün herkesin ayakta seviştiği bir yerden zevk alırken, ertesi gün sadece çay içebileceği bir yerden olmaktan mutluluk duyabilir… Ya da bugün Metallica dinleyip kendinden geçerken, yarın serdar ortaç abimle oryantal yapabilir… İnsan bu yani, her şeyi beklemek lazım derim ben…

Cuma, Cumartesi günleri öyle iplerini koparmış gibi Taksim’i istila edip de, telefonda hararetli hararetli konuşanlar, koşar adım yürüyenler, allengirli yerlere yetişmiyorlar… Gittikleri yerleri allengirli yapan insanlara yetişmeye çalışıyorlar… O adamlar çok mu matah peki? Yooo, gündüzleri plazalardaki işlerinde takım elbiselerle çalışıp, üstlerindeki iki kuruşluk adamlara yalakalık yapan işletme fakültesinin en parlak mezunları... Hafta sonu akşamları “biz bu değiliz aslında, çok acayip eğleniyoruz, marjinal adamlarız bildiğiniz gibi değil” demek için kendilerini Taksim’e atıyorlar. Ki aslında Taksim’den de pek hazetmiyorlar, çoğunlukla da gece 11 den sonra bütün sokaklarından korkuyorlar. Mekanı o kadar allengirli kılan da zannımca hep aynı güruh, anlaşıp anlaşıp gidip her hafta başka yerlerde dağıtıp orayı “çok acayip bi yer” statüsüne sokuyorlar.

Mekan, neresi olursa olsun, içerde nasıl bir müzik ya da benzeri çalıyor olursa olsun, nasıl bir alkol ya da bolca sulu bira olursa olsun fark etmiyor, en önemlisi oraya beraber gittiğin insanların potansiyel enerjisi ve bi araya gelindiğinde vücutta 0,5 promile yükseltilen alkolün de etkisiyle oluşan kinetik enerjidir. Zaten yasal promil geçildikten sonra çalan müziğin, tuvaletin ne kadar pis olduğunun, miller şişesine bok varmış gibi tıkılan güzelim limonun, kızların gerizekalı gibi Cumartesi akşamı bile topuklu ayakkabı giymesinin, arada mekana uğrayıp bikaç bira içen ve hesabı kakalayan bazı asalak arkadaşların hiç önemi yoktur. Kimse kimsenin söylediğini duymaz, dinlemez de zaten. O mekandaki muhabbet konuları yazılı olmayan kurallar gibidir. İçilenin markası, kızlar arasındaki tuvalete beraber gitme seremonileri, boktan dedikodular ve etraftaki tek gecelik bedenler… Ama her şeye rağmen o an her şey müthiş eğlencelidir, etrafındaki herkes arkadaşındır, biraz sonra daha neyin olcak belli değildir. Aslında şu karşıda sevgilisiyle dans edip sana da göz kırpan kadın/adam da fena değildir. Ammmaaaannnn ne önemi vardır v.s...

Gecenin sonunda da evet birileri kusuyor, birileri bambide ıslak hamburger yiyor (eskiden aynı kadro çorba içerdi), birileri kenarda köşede uyukluyor, birileri ümraniyedeki evine gitmemek için beşiktaşta oturan arkadaşına ufaktan yem atıyor, birileri bardaki 2 bira ısmarladığı sarışını götüremedi diye kendine bok sürdürmemek için “gol atamadım ama iyi oynadım” edebiyatı yapıyor, birileri sarhoşluğa sığınıp bol bol saçmalıyor, birileri de oturup bunları izleyip not alıyor olur (benim gibi).

Sonrası mı? Sonrası; bütün gece sigara içmiyor dahi olsan, çiğnemiş gibi hissettiğin izmaritler yüzünden iç organlarının bile sigara koktuğu hissi, içip içip mal gibi zıplamaktan mütevellit kana 5 kat hızla karışan sulu biranın yan etkisi olan baş ağrısı, üst üste yediğin birbirinden alakasız yağ deposu yiyeceklerden bulanan bir mide, insan olanın girmeyeceği kadar sıkışık bir bodrum katında ite kaka adına dans dediğin şeyi yapmaktan kramp girmiş bir vücutla uyandığın bir Pazar sabahı... Kendine gelebilmek için şekerli çay ve tuzlu peyniri ilaç niyetine yuttuğun bir kahvaltı ve baş ağrısını daha da arttıran magazin programlarıyla ayılmaya çalışan metobolizma, tam kendine gelmişken bu sefer de piç olan Pazar günü için ağlayıp yeniden iş stresine kendini hazırlar. Tüm bunlardan sonra sorarsan ki “Bu mu yani eğlence?” diye; küfürlerden yapılmış zincirleme isim tamlamalarını duymak kaçınılmazdır. Pehh! Boşver be hacım, evde yayılıp film izlemek gibisi yok!

Simsiyah

Sayı 2 : Nefes



Çevremdekilerin sen faşist misin ki o filme gideceksin diye verdikleri tepkilere rağmen hakkında bilgi edinmeden nasıl olduğu hakkında bir yorum yapamazdım ve nedense bana bu film askerliği, savaşları korkmadan eleştirebilen, askerlerin psikolojisine inen bir film gibi geldi.

İlk olarak söyleyebileceğim, Türkiye’de milli değerler hakkında kimsenin dozunu aşarak eleştiri yapamayacağı gerçeğini görmek oldu.Alışkın olduğumuz karelere yer ayırmadan edememişler örneğin, komutanın aslında iyi yürekli olması, traş olurken aynadan Atatürk’ün yansıması, bir çatışma sonrasında arkadaşlarını öldüren pkk’lıya silahını doğrultup ateş etmemesi ve diğer hayatta kalanların da buna tepki vermemesi gibi. Yine bazı olaylar taraflı yansıtılmış ama görüntülerle içine çeken bir film olmuş. Pkk’lı olan doktorun hiçbir görüntüsünün gözükmemesine rağmen ses tonu ve konuşmalarıyla başrol gibi hissettirilmesi, müdahale etme isteğinizi doğuran gerilim sahneleri mevcuttu. Bu anlamda başarılı bir filmdi ama çok da farklı bir film değildi. En azından beklediğim eleştirilere yer verilmemişti.

Sinem

Sayı 2 : Kampüste Çıplak Ayaklar



Görüntüden anlaşılacağı üzere bir aşk filmi değildir, üniversite hayatını anlatan bir film değildir, mitolojiden bahseden film değildir. Nedir peki?

Ben de konusunun tam olarak ne olduğunu anlamamış olsam da anlamış olduğum şeyler arasında, üniversitede yanlış bölüm tercih eden bir kadının sinemaya merakı, bunu hobi olarak görmesi, sevdiği adamla birlikte olamaması gibi durumlar olmakta ve psikolojik rahatsızlığı olan başka bir öğrencinin mucizevi bir şekilde arkadaşlarının hayatında birtakım şeyleri düzene sokmasıdır. Çok tanıdık olduğumuz birkaç konuyu tekrar görmemizden başka bir şey vermeyen bir filmdir bana göre. Yani hayallerimizi gerçekleştirmek için bir kurtarıcıyı mı bekleyeceğiz şimdi yoksa içimizde var da biz mi fark edemiyoruz anlamadım. Sonucu bir yere bağlanmayan filmler kümesinde yer almakta.

Bir de kahramanımızın sevdiği adam Fransa’ya tatile gidecek olmasından ötürü onun da gidebilmesi için 4 gün fuarda çalışıp Fransa’da güzel bir tatil yapmış olmasını nasıl başarmıştır merak etmekteyim, çünkü ben bir ay çalıştığım parayla hiç dışarı çıkmazsam(bu cümle tanıdık geldi(!)) ancak gidiş-dönüş biletimi alabilirim herhalde.

Sinem

Sayı 2 : Uzak İhtimal



Sinema salonuna girdiğim anda Nuri Bilge Ceylan'ın filmini izleyeceğim hissine kapıldığım, sonrasında çok da yanılmadığım film.
Dinler arası aşka toplumun bakış açısını yansıtan, bu bakışı acımasızca eleştiren ve tabulara yenilmeyerek aşkı yaşatacak bir film hayaliyle gitmiştim ama olmadı.

Konusu itibariyle olmasa da bazı görüntülerden çok etkilendiğimi söylemem gerek.
Hakan Günday'ın da dediği gibi mükemmel teori, pratiğe döküldüğünde yarısı bile gerçekleşmiyor tezine ta nık olduğumuz gerçeği varken herhangi bir ses , konuşma olmaksızın duyguların mükemmel biçimde aktarıldığına bu filmde yeniden tanık oldum.

Müezzinin aşık olduğu kadının gideceğini öğrendiğinde sahile gidip tek başına oturduğunda suskunluğuna rağmen kameranın çekim alanında olan dalgaların sahile şiddetli vuruşu adamın söz söylemesine gerek bırakmıyor.
İçerikten çok görüntüleriyle öne çıkan bir film.

Sinem

Sayı 2 : Pınar Selek



Kadın dediğin evlenene kadar annesinin-babasının dizinde dibinde, evlendikten sonra da kocasının bir adım gerisinde uslu uslu durur, durmalıdır. Sormadan söylememeli, şikayet etmemeli, üzerine vazife olmayan işlere karışmamalı, sesini yükseltmemelidir. Tez elden çoluğa çocuğa karışmalı, mümkünse okumamalı, çok bilmemeli, kocasına iyi bir eş, çocuklarına iyi bir ana olmalıdır. Bilinç seviyesi; neyi hangi markette daha ucuza bulabileceğini bilmekten öteye geçmemeli, konuştuğu en önemli konu o akşam televizyonda hangi dizi karşısında beynini uyuşturacağı olmalıdır. Yoksa ne mi olur? O güzelim kadıncağız zavallı Pınar Selek gibi olur!

Neden herkes gibi normal bir lisede, normal insanlarla beraber okumadı ki bu kadın? Notre Dame De Sion’da ne işi vardı ki? Anarşist olmak için bu okula gittiği apaçık ortada. Sonrasında yaptığı aşırılıkların temellerini bu okulda atmış işte. Liseden mezun olunca da kimse uyarmamış ki, gidip Mimar Sinan’da üstelik Sosyoloji okumaya cesaret edebilmiş. E bir de okulu birincilikle bitirince zaten şüphe etmeye gerek kalmamış artık. Mezun olur olmaz okulun çıkış kapısında tutuklanmaması bile mucize.

Zaten Sosyoloji gibi bir bölümü Türkiye’de okumak demek, hem öğrendiklerini en etkin biçimde kullanabileceğin bir ortamda yaşamak demek, hem de ne yazık ki bir sürü saçma kuralla mücadele etmek demek. Pınar ablacım da durmamış, dinlenmemiş, hemen kolları sıvayıp, en çok malzeme çıkacak alanlara balıklama atlamış. Evli barklı kadının ne işi var transeksüellerin, travestilerin arasında diye düşünmemiş, araştırmış, sormuş, konuşmuş, bir de üstüne üstlük biriktirmiş, kitap yazmış (bkz. Maskeler, Süvariler, Gacılar). Bu kadarla uslanmış mı? Yok, o anarşist ruh bir kere sahip oldu mu bedene, bir daha Papa 16.Benedikt de gelse çıkaramaz onu ordan. Kadın durup dinlenmek bilmemiş. 38 yaşında koskoca insan olmuş, Mısır Çarşısı bombacısı olduğu iddiasıyla 2,5 yıl hapsedilmiş, hakkındaki suçlamalar durmamış, tekrar etmiş ama o yine de doğru bildiğini söyleme inadından vazgeçmemiş. Akıllı, uslu olup yerine oturmamış.

Sadece ezilmiş ve ezilmekte olanlara değil, toplumda baskın olduğu düşünülen, bilinen erkek ırkına da saplamış sivri kalemini. Pembe nüfus cüzdanınla, elinin hamuruyla, ne diye karışırsın güzel ülkemin güzel askerlik kurumuna? (bkz.Sürüne Sürüne Erkek Olmak). Kadın ya, rahat rahat “ben anti-militaristim” diye bağırabilir tabi. Ayrıca sürünmek o işin özü değil mi kardeşim? Sen askerliğinden şikayet eden erkek gördün mü? Hepsi milyonlarca hikayeyle, anıyla dönmüyor mu herşeye rağmen? Sosyolog ya işte, her alana ayak basmış olmak şart sanki!

Bunca suça (!) yenilerini de eklemekten çekinmemiş Pınar ablamız. Amargi Kadın Dayanışma Derneği ile de feministliğini göstermekten çekinmemiş. Bir de tüm bunların üzerine sanata bulaşınca tuza bibere gerek kalmamış. Sokak Sanatçıları Atölyesi de Pınar Selek’in etinden sütünden faydalanmış. Zaten yapısı gereği, kendini ezilenlere, dışlananlara, ötekilere adayan bir insan olduğu için kendini ortaya atıvermek aşırı bir şey değil, hayat tarzı haline gelmiş.

Zamanında ebeveynlerinin; durulmasına, durmasına, uslanmasına yardım etmediği Pınar Selek, evlenip kocasından da destek görünce iyice anarşist olmuş işte! Artık Pınar’ı kurtarmak (!) , normale döndürmek, toplumda kabul gören bir birey haline getirebilmek imkansız. Gencecik yaşında yollarına baş koyduğu “duyarlı, araştıran, yardım eden, mücadeleci insan” figürünün her zaman kaybeden taraf olduğunu anlamış mıdır acaba? Bu insanların zorbalar tarafından susturulduğunun, sindirildiğinin, suçlandığının farkında mıdır artık? Yoksa sonuna kadar yine de susmayıp, bağıra bağıra mücadele edecek midir? Sanırım, bunca zaman doğru bildikleri uğruna yaşamış biri bundan sonra da susmaz, susamaz!

Simsiyah

Sayı 2 : Çakma Editörden

Geç kaldık! Hem de bir hayli geç kaldık! Farkındayız ama yine de burdayız! Herşeye rağmen yazmaya devam ediyoruz! Kendini beğenmiş müdürlere, nasihat veren ama kendi hayatına küfreden gerizekalılara rağmen gülüyoruz, kafamızı çeviriyoruz ve yazmaya devam ediyoruz! Edeceğiz de!

2010 Ocak’tan itibaren daha ciddi, daha düzenli, daha az hırpalanarak ama daha çok çalışarak yazmaya devam edeceğiz!

Haberler Aralık ZiyanZebil sayısında...

İyi okumalar!

Başak, ZiyanZebil / 2

Sayı 1 : Little 15 is dead!




Ve sonunda rahatladık!
Öldü ve huzuru bulduk!

Başak

Sayı 1 : Little 15+4=19




Rahatsız oldular, yaşı zorla büyütüldü!
Neden?
Kendilerini gördüler de ondan!

Başak

Sayı 1 : Little 15




Bu ülkede 15 yaşında bi çocuk (!) artık çocuk sayılmaz!
Çocuk gibi davranmasına, büyümesine izin verilmez!
Zorla büyütülür!

Başak

Sayı 1 : Deneme-Yanılma-Yorulma



İşe varış yolculuğum her gün zorunlu olarak ön ve arka kapılarından “orta kısımlara” doğru yapılan basınç arasında kaldığım, omuzlarımı birbirine değdirmemeye çalışarak, binemediği ve işine, okuluna geç kaldığı için stresli insanların sabah uyandıkları gibi güne büyük bir mücadele ve yenilgi olursa da sonrasında büyük bir kavga ile başladığına tanık olduğum, benim de aralarında bulunduğum metrobüsteydim yine.

E-5 üzerinde trafikte duran arabaları görüp topuklarımda başka bir ayağın ittirilmesiyle düşecek olmamı önemsemiyor, İBB’nin metrobüs zekasına güveniyordum.
O an mümkün olmayan şeyleri sırf yasak gibi göründüğü için yapma azmimden dolayı kapıya insanların çokluğundan ulaşamayacağımı düşünüp her durakta inmek istiyor ve işe gitmenin farklı yollarını düşünüyordum.
Her gün geçtiğim yoldan inşaatını görmeye alıştığım yapının Avrupa’nın en büyük adalet sarayı olması özelliği taşıdığını görene kadar!
Artık Pınar Selek’i düşünmeye başladım her sabah.İnşaatı bitseydi, Mısır Çarşı’sında meydana gelen patlamanın Pınar Selek’in koyduğu iddia edilen bombadan kaynaklı olması ve bu sebeple 2,5 yıl hapiste kalan ve bir kanıt bulunamadığından beraatine karar verilmişken tekrar yargılanma isteği doğmasından ötürü, Ekim ayında, bu binada mahkemesi olacaktı!

Garip olan ne mi?

Meydana gelen patlamanın, incelemeler sonucunda gaz sızmasından kaynaklandığı kanıtlanmış ve PKK’ya yardım amaçlı, bölücülük adına (bu kelime en son Hülya Avşar’ı hatırlattı nedense(!)) bomba koyduğu ithamına dair herhangi bir kanıt bulunamamış ama aramaları hala sürmekte ki tekrar kararlarından vazgeçmişler.
Peki neden böyle bir suçlama yok yere yapılmıştı ki en büyük adalet duvarlarını inşa etmeye cüret eden beyinler tarafından?

Çünkü Pınar Selek sıradan olmamış.Toplum tarafından kabul edilmiş, beklenen davranışları reddetmiş.Sorgulamaktan yoksun kişilerin kafasına biraz da olsa soru işareti sığdırabilmiş.Bazı kafalarda bu soru işaretleri hiç durmamış ve ünleme ardından da müebbet fikrine dönüşmüş.Toplumdan itilen kişiler, transeksüel, fahişe, hırsız, terör örgütü üyeleri, ile görüşmüş, konuşmuş, dahil oldukları grupların oluşum sebeplerini, buna iten psikolojik, sosyolojik etkenleri incelemiş.
Şu an inandığı dinde insan ayrımının yapılmaması gerektiği savunulurken, sırf mezhebi farklı diye çocuklarını evlendirmeyen, hatta ayrı mezhepte olanlarla görüşme, paylaşma fikrine dahi tahammül edemeyen topluluğun yer aldığı bir ortamda o tamamiyle dışlanan kişilere önyargısız yaklaşıp, onları sıfatlarından, kökenlerinden soymuş, anlamayı ve böylece kendini de anlayacağını düşünmeye yönelmiş.

Ağalar yüzünden okul, dolayısıyla iş imkanlarının kısıtlı olduğu doğu bölgelerinde terör örgütleri hakkında araştırma yapmış ve dağda olanların çoğunun bu imkanlara sahip olamadığından ötürü, sırf kürt olduğu için her gün polis tarafından yolda kimlik sorgusundan geçtiğinden ötürü, 14 yaşındaki kardeşinin çevresindekiler tarafından taş atması söylendiği ve o da polise taş attığı için 14 yıl hapis kararının çıkartılmasından ötürü, boşanma sebebiyle dahi töre uygulaması yapılan bölgede cinselliğin konuşulamadığı ve korunma sağlanmadığı için 7-8 kardeşine, abisine bakılacak sözü aldığı için karşılığında tanımadığı insanları bir avuç toprak için öldürecek kişileri yazmış mesela, halbuki bırak toprak istemeyi aldığı toprakta ne bir ev ne de evde yiyebilecek bir yemek almaya durumları yoktu.

Evet bu , ülkenin huzurunun kaçmasına, her erkeğin askerlikte öldürülme korkusuyla yaşamasına, yakınlarının onun için endişelenmesine karşılık tatmin edici, dindirici bir araştırma niteliği taşımıyor uzaktan, sadece karşı taraftan bu insanların da olabileceği ve öldürüldüğünde terör tehditinin azalmadığı,aksine diğer kardeşlerinin de dağa çıkma arzusu doğurduğu düşüncesini ele alıyor belki de.Bunları merak ediyor ve sorguluyor olamaz mı?

Örnek Müslüman diye geçinen AKP hükümetinin çoğu eşinin giyim, konuşma tarzının dışında neredeyse fahişe olarak suçlanma noktasına geleceğimiz bugünlerde eşi yaklaşık16 yaşındayken evlenen Kadir Topbaş acaba fahişeliğin nedenini merak etmiş midir, oy almak için geneleve uğramalarının dışında diye düşündüm merak deyince.Çünkü Pınar Selek merak etmiş, onları yargılamamış ve anlamaya çalışmış.Hem de öğrencilere yeni eğitim ve öğretim yılında başarılar dileyen İBB afişinin biraz önce çocuğunu bindirdiği otobüsün arkasında yer almasına bakarak gülüp, biraz sonra 100 TL ‘lik okul bağışını ödeyebilmek için birkaç erkekle birlikte olacak fahişeyle konuşmuştur.Aynı şekilde bir hırsızla, bir terör örgütüyle konuşmuş ve toplumsal sebeplerine inmiş.Suçmuş oysa..

Yine metrobüsteyim..Bu sefer Avrupa’nın en büyük adaleti olmayan sarayının inşaatı bitmiş ve önünde toplanmış avukatlar görüyorum.Yargı istemi; Selek’in bomba patlamasında yardımcı olması ve bölücülükle suçlanması…Bir adamın elinde olayın gaz sızıntısından kaynaklandığına dair rapor ve karşı tarafta herhangi bir kanıtı olmayan bir dava bekleniyor.

Fahişe diye nitelendirilen anne bu esnada çocuğunu üniversiteye gönderebilmek için dershaneye yazdırıyor ve daha çok çalışmak zorunda kalıyor.Çocuksa en iyi olduğu düşünülen, bir kolu da hükümete uzanan, eğitim anlayışını dine dayandırmayı ilke edinmiş dershanesine gitmeye karar veriyor.Yetkililer, kendi amaçları doğrultusunda çocuğun beynini tersyüz ettikten sonra hukuk fakültesini kazandırıyorlar.Böylece hukuk istenildiği yönde, en ufak şeye karşı çıkana çalışıyor.Bu döngü dönüyor, buna katılmayanı fırlatıp atıyorlar.

Bu dava ise hala devam ediyordu ben işe varmışken, oysa gazete müebbeti önceden haber veriyordu.

Sinem

Sayı 1 : Terkedilmemin İlk Günü

Aşık oldum! İlk defa böyle bu kadar şiddetli! Tam tamına 16 gün sürdü. 16 uykusuz ve aç gün! Sonra da birdenbire bitti. Terkedildim! Ve şimdi tekrar dünyaya ayak bastım. Ben gideli pek birşey değişmemiş. Beşiktaş hala, günün her saati gürültülü. Hala sabahın 5'i aynı sabahın 5'i gibi. Benim hala yığınla borcum, gitmem gereken bir işim, raflarda yer kalmadığı için üstüste koyduğum kitaplarım, midemde sinirden mütevellit bir yanma ve ağrı, hiç geçmeyen bir açlık hissi, kafamda muhtemelen gerçekleştirmeye ömrümün yetmeyeceği bir dolu projem var. Görünen o ki, herşey yerli yerinde. Bunu bilmek huzur veriyor!

İlk kez bu kadar şiddetli bir şeyden yine aynı şiddette kovulmama rağmen; çok içilen ve ertesi gün erken uyanmak zorunda kalınan bir günün sabahı büründüğüm ruh halinden farklı hissetmiyorum. Biraz mide bulantısı, hafif bir baş ağrısı, "ulan o son birayı içmeyecektik" cümlesinin hoş tınısı ve şu an bile kahkahalarla gülebileceğim geyikten öte gitmeyen bir yığın espri. İlk şokta düşündüğüm "ben şimdi ne yapacağım?" lar yerini "öğlen yemekte ne var acaba?" , "akşam olsa da eve gitsek" , "ulan o hafasonu ucuza içtiğimiz yer neresiydi?" , "kitap okusam iyi olur bu aralar" gibi günlük cümlelere bırakıyor yavaş yavaş.

Acı çekmeye alışık olmayan bünyem, kusar gibi atıyor bunu da! Bir türlü, özendiğim, okurken hayran olduğum yazarlar gibi acı çekerek yazamıyorum. Ne zaman acıyla karşılaşsam, elimin tersiyle itip üzerini kapatıyorum. Hemen yepyeni planlar, projeler, arkadaşlar, gülünecek şeyler, ilgi çeken oyuncaklar, duvarlara yazılacak cümleler buluyorum! Dibe vurmam ne kadar hızlı olursa, yükselmem de aynı hızda olur diye düşündüğümden belki, dibi gördüğüm an ağırlığımı iyice veriyorum ki çabuk düşeyim. Sonra, ayağa kalkma hızım beni bile şaşırtıyor!

Ve bu sefer, çevremde buna şahit olanlar da benimle birlikte şaşırıyorlar. Herkes, şoktan olduğunu düşünüyor belki de, birdenbire bağırarak ağlamaya başlayacağımı düşünüyorlar. Ama hayır! Ben biliyorum ki olmayacak. Yine yeri öpeceğim ve yine malesef bu sefer biraz daha hissizleşerek geri döneceğim. İşin kötü yanı, artık bundan zevk almaya bile başlıyorum!

Sahi, akşam yemekte ne var ya?

Simsiyah

Sayı 1 : Detone



Afganistan'da seçimde kökten dicilerin desteğini almak için yer alan kanunlar arasında ;
bir tecavüzcü tecavüz ettiği kadına "kan parası" ödemesi halinde kanuni kovuşturmadan kurtulacağı bulunuyor.

Çünkü kadın erkeksiz dışarı çıkamaz, çıkarsa sarıp sarmaladığı çarşaflarla erkeği tahrik etmiş olur ve adını herşeyin temsili olan bekaretin bozulmasıyla ortaya çıkan kandan alan kan parasından alan tutarı ödemesi gerekir. Bu halde erkeğe normal bir ceza verilemez..

Çünkü Afganistan'da kocasının cinsel isteklerini reddeden -ki bu cinsel istek hafif kaldı, tecavüz denilebilir çünkü sevişme diye bir kavram oturmamış kafalarında-kadını aç bırakmak kanuni!

Dolayısıyla bu gidişle gözü gibi baktıkları Kur'an'da oku diye geçen ayeti es geçip okumamak, kendilerini geliştirmemek için modern herşeyi günah diye reddetmiş bu insanlar kadınlardan ellerini,çarşaflarını çekmedikçe onlar da parmaklarıyla bir türlü doğru notalara basamayacak ve doğru melodileri yakalayamacak, detoneyle soprano arasındaki farkı hiçbir zaman bilemeyecekler.

Sinem

Sayı 1 : Ramazan ve Ateizm

Kimilerine göre on bir ayın sultanı, kimilerine göre herhangi bir zaman dilimi; adına islamiyette "ramazan" denen, ama bu seneye has olarak bir kısmı güzelim ağustos ayına, diğer kısmı eylül ayına tekabül eden 30 günlük süreç... İnsanların, her ne kadar kendilerini açlıkla terbiye etmelerini anlayamasam da sızlanmadan, şikayet etmeden oruç tutanlara bir lafım yok. Zira, bu gayet basit bir seçim meselesi. Buna ihtiyacı olduğunu düşünen, kendini bu şekilde daha huzurlu ve mutlu hisseden insanlar olacaktır tabi ki. Eğer öyleyse zaten ne mutlu onlara! Huzurlu ve mutlu insanlara saygı duymaktan başka yapacak bir şey yok!

Ama bir de işin, sadece görüntüden ibaret kısmını gerçekleştirenler var ki onları anlamak mümkün değil. Hani şu oruç tutmayıp da sadece bu süreçte, normalde yaptıklarını inkar edip, yapmayıp ve hatta "yok canım, olmaz bu ay" diyerek engelleyen insan topluluğu! Ya da oruç tutup da normalde yaşadığı hayatı 30 günlüğüne kınayan, reddeden, yerden yere vuran kalabalık! Onların amacını bir türlü çözebilmiş değilim. Bir şey ya vardır, ya yoktur. Sen inanıyorsan, içki içmek, nikahsız (resmi, imam her neyse işte) şekilde birileriyle sevişmek ve buna benzer eylemler zaten sadece bu süreçte değil, sana her zaman günahtır! Bugün, ben içki içiyorum diye bana ters ters bakıp "tövbe" ler çeken insanlar, bayramın ilk günü bira şişesine sarılmayacaklar mı? Yine aynı insanlar, bu oruç cenderesinden çıkar çıkmaz, şimdi gayrimeşru (!) saydıkları, çok güvenilir, çok sağlam, tertemiz ilişkilerine dönmeyecekler mi? Yani 30 gün bunları yapmamakla senden milyonlarca kat daha akıllı olduğuna inandığın Tanrı'nı kandırmayı mı planlıyorsun ki? Yer mi sence? Yerse, sen bir daha o Tanrı'ya saygı duyabilir misin?

Cevap basit! Tabi ki duyarlar. Çünkü önemli olan bu değil. Saygı duymak, sorgulamak, irdelemek, nedenini bulmak değil! Önemli olan, bu kokuşmuş adetlerle donatılmış, yoz, yobaz kafalardan oluşan "toplum" denen et yığını tarafından takdir görebilmek! Yoksa, ibadet, din, Tanrı değil önem verilen. Zaten eğer olabilseydi, insanoğlu neden oruç tuttuğunu, neden ibadet ettiğini, bunun ne işe yaradığını, önce kendine, sonra çevresine sorabilecek cesarete sahip olurdu. Ama en kötüsü de bunu kendine sorabilen, kafasına yatmayanı sorgulayabilen, araştıran, okuyan insanların bu et beyinliler tarafından ahlaksız, kötü yola sapmış, sapık insanlar olarak görülmesi!

Ne yani şimdi, sen sadece 30 gün içmeyerek ve sevişmeyerek ama kalan zamanlarda her türlü pisliğin içinde olarak benden daha iyi bir insan mı oluyorsun? Sadece, kanıtlanamayan bir şeye inandığın ve bir kurallar bütününü yerine getirdiğin için benden daha mı üsttesin yani? Sorgulamadığın, tabu olarak gördüğün için konuşmaya bile korktuğun, anlamadığın bir dildeki ezanı (ki ezan namaza çağrıdır, bir insanın herhangi birini çağırmasından farkı yoktur yani) duyduğunda bile heyecanlandığın için benden daha iyi insan mısın? Kaldı ki, bunun kararını vermek kime düşer, neden düşer orası da başka mesele. "Zorlama yoktur" denilen bir dinle neden beni yargılayıp hakkımda karar veriyor bu insanlar? Neden o dinde en fazla yeri olan hoşgörüyü bana karşı gösteremiyor? Herkes aynı olup inanmak zorunda mı? Ayrıca, kimin ne olduğu belli değilken ateist birine acımak, onu ayıplamak, bilmiş bir edayla yüzüne gülmek de ne? Çoğu müslüman Kuran'a dokunamazken ateist insanların hepsinin mutlaka Kuran'ı okuduğunu bilmeden din hakkında ahkam keserler. Söylediklerini çürütünce de "sen ne bilirsin ki, inanmıyorsun bile" derler. Ama onların bilmedikleri de şudur ki; bir ateist okumadan, sormadan, sorgulamadan ateist olamaz zaten! Yine de nedense, olgun şekilde gülümsemek zorunda kalan, alttan alan, her seferinde haketmedikleri hoşgörüyü gösterenler hep ateistlerdir! Çünkü müslüman olmak, doğuştan iyi ve mükemmel insan olmak demektir!

Kısacası; koskoca Tanrı, biz insanları sadece bu kadar basit ve aptalca kıstaslara göre mi sınıflandırıyor? Buna göre mi bazılarımızı cennet dediği, o muhteşem ve bir o kadar da sıkıcı bahçelere gönderip bazılarımızı cehennemde yanmaya yolluyor? Eğer yukarda ya da aşağıda ya da orda-burda, her nerdeyse işte, varsa Tanrı, bu kadar saçma bir oyunla kendini tatmin ediyor olabilir mi? Bu kadar zekiyse buna ihtiyacı olabilir mi? Sanmıyorum! Sananlara da benden uzakta bir hayatta başarılar diliyorum!

Simsiyah

Sayı 1 : Hoşgörü-Kompleks Ülkesi

Radikalde yer alan bir haberde Frekans Araştırma Şirketi tarafından yapılan bir araştırmaya yer verilmiş ve buna göre aşağıdakiler elde edilmiş.

Komşu olarak tercih edilen grupların verilerinin dağılımı yukarıdaki gibidir.
Yine görüldüğü üzere kendisinden olmayanları dışlama isteği, özellikle ateist kesime karşı dikkat çekicidir.Ancak burada asıl değinmek istediğim konu,; bu ankette yer alan, bu sorulara bu cevapları veren katılımcıların %44’ü Türkiye’de demokrasinin işleyişinden hiç memnun değil ve komşusu olmak istemediği grupların yaşamları ve kültürleri hakkındaki bilgileri ise çok düşük oranlarda.

Yani insanlarımız hem kendisi gibi düşünmeyen,inanmayan kişilerin, onların nasıl bir kültürel yapıda olduklarını, neye neden inandıklarını veya inanmadıklarını bilmeden varlıklarından rahatsızlık duyuyorlar ve bunun yanında demokrasinin gelişememesinden de şikayet etmekte bir utanma duymuyorlar.

Yani bu insanlar karşı dairelerinde olup bitenlerden bihaber“kafamı kullanmam, Arapça yazılmış yazıları okuyup vicdanımı rahatlatırım ama okuduklarımdan bir şey anlamam zaten Türkçe okusam da anlamazdım bari kendi diliyle daha sevapken kendi diliyle okuyayım. Namuslu görüneyim, kızımın, eşimin namusunu koruyayım, lafımdan çok çıkmasınlar çünkü ben onların iyiliğini ve eşimin evlenmeden bakire olmasını isterim ama benim hormonal yapım farklı olduğu için hem öncesinde hem sonrasında ben tek eşli olmayayım, altın yüzük takmayayım günahmış, 5 yaşındaki kızıma da oje sürdürmiyim sonra benim kırmızı ojeden etkilendiğim ve aklıma değişik şeyler geldiği için başkalarının da kızım hakkında böyle düşünmesini engelleyeyim, böylece onu korumuş olayım, evlenmeden önce bakire kalması gerektiğini ima etmeliyim yoksa etrafımdakiler ne der??!!Sevişmek zaten erkeğin ihtiyaçlarından doğmamış mıdır?Kadın da hizmetle yükümlü işte.
Şu ana kadar eşimin de duygu hissettiğini sanmam , bir insan özlediği birine niye sarılsın yoksa bu da dokunmakla, bir olmakla ilgili değil mi?Ama yok hissedilmez bunda!Alışveriştir.Zaten başında da çiçekle istenilip verilmez mi?Farklı bir din yada mezhepten olmamalı zaten yoksa çocuk ne olacağını şaşırır, en mükemmel olanı bizimki olduğuna göre bizim gibi mükemmel vasıflara sahip dini bütün insanlarla evlenmeli...”gibi çok uzun uzun yazabileceğim türevi düşüncelerle yaşamaya çalışan insanlar.
Kendi kültürünü öğrenememiş, kendini geliştirememiş, kendine göre, kendinden olmayan kültürünü öğrenmeye kalkışamaz zaten.

Hoşgörü dini İslamiyet’in, diğer dinlere hoşgörüsüzce, tahammülsüzce yaklaşacak kadar yanlış anlaşılmasının sonucunda kafaları kapatıp, zina yapılmaması gibi gerekliliklerin doğması doğru anlamalardan mı kaynaklanmıştır acaba ??

Sinem

Sayı 1 : Kadın Çantası

Gün olur bir kadının çantasına muhtaç olursunuz. Acı gelir, üzerinizde bir yük hissedersiniz ama olur işte! Neye ihtiyacınız olduğuna göre de istekte bulunacağınız çanta sahibi değişiklik gösterir. Zira, eğitim seviyesi, sosyal statü, yaş, zeka seviyesi gibi iç ve dış etkenler kadınların çantalarında taşıdıklarını birebir etkiler.

Mesela, çantası kitap, dergi gibi gereksiz şeyler yüzünden kapanmayan bir kadından ayna veya cımbız isterseniz, isteğinizin karşılanma olasılığı düşüktür. Ha, "kitap okuyan entel kadın, özensizdir, pistir, pasaklıdır" gibi bir önerme de çok doğru değildir. Ama tecrübelerim bana gösterdi ki bu biraz yaşa bağlı olarak değişiyor. 18-25 yaş aralığında, o ayna, cımbız v.s fazla gelirken, 25 ten sonra yavaş yavaş kitabın arka kapağında iz yapma pahasına yerini sağlamlaştırır. Bu her ne kadar kitap sahibine dokunsa da diğerinin gerekliliği de azımsanacak boyutta değildir.

Farklı şekilde, çantasında çantanın 2/5 si kadar yer kaplayabilen makyaj malzemesi bulunduran bir kısım da vardır. Bu türde, herhangi bir kozmetik dükkanının çeşitlilik kartelasını ve fiyat aralığını görmek mümkündür. Ülkede çıkan gazeteleri tek seferde sayamayan bu topluluğun üyeleri, dağıtım yapan tüm kozmetik markalarını bir seferde, üstelik gıdıklandıkları halde sayabilirler. Bu kısma dahil olanlar, genelde acil gidilecek yerler öncesi yararlı arkadaş topluluğudur.

Bir de bu iki grubun karması olan, yaşları genelde büyük, cımbız-ayna-makyaj malzemesi üçgeniyle kitap-dergi-kalem üçgeninin kombinasyonu mükemmel yapmış, bavulvari çantalar taşıyan ama içine elini attığında herşeyi tek seferde bulabilen profesyonel kadınlar vardır. O kadar işlevsel çantalar taşırlar ki, siz hapşırmadan mendil, düğmeniz düşmeden iğne-iplik, düşündüğünüzü farkettikleri an kağıt-kalem uzatırlar. Herkesin muhakkak yanında olması gereken, mükemmel arkadaşlardır.

Yine de ne olursa olsun, kadın çantalarını koruyup kollamak, geleceklerine katkıda bulunmak gerekir. Gün olur lazım olur!

Simsiyah

Sayı 1 : Büyük Londra Oteli



Önünden geçerken girişindeki kırmızı halılarından ve holünün ucunu görmeyi merak edip tekrar kafanızı uzattığınızda büyük camlarını farkedişinizden sonra, Duvara Karşı'nın da izlenmesiyle akılda kalan ve hep gidilmek istenen otel. Nedense otel gibi gelmez artık, klasik tabirlerden soğukluğunu arındırmış bir yapı gibi görünür.Tarihi dekorasyonunu daha yakından görmek, Birol Ünel'in çaldığı piyaonun kapağını aralamak, girişte hemen soldaki büyük aynadan kendine bakıp buraya göre çok aşırı, renkli giyinmiş olduğunuzu farketmek ve o anda yanınızda bulunan kafesteki papağının sizi gözlediğini farkedip bara doğru gidip yüksek taburelere oturmaya çalışıp bir çınla bir viski içmek isterdiniz eğer kalacak paranız olsaydı.

Ama üzülmeyin, oteli gezmek, görmek için orada kalmanıza gerek yok, sadece bakmak için geldiğinizi söylediğiniz anda size yardımcı oluyor hatta fotoğraf çekmek isterseniz size ışık ayarlaması yapıyorlar.Bu fırsatları yakalamış ve belgeleriniz elinizde çıkarken verdiğiniz pozları düşünürsünüz tabii en güzel hangisi çıkmıştır diye ve sonrasında yeni aldığınız ama eski olan fotoğraf makinenizin flaşının ancak şu anda bulunmayan bir pille çalıştığını ve içerisinin atmosferinden ötürü karanlık olduğu aklınıza gelir.Tab ettirdiğinizde nasıl olsa çıkmaz diyerek koridoru ışık olmayan bir yerden öylesine çekmiş ve o günden elinize sadece bu fotoğraf kalmış olabilir.Sorun değil.Bir dahakine kalmaya gidersiniz:)

Sinem

18 Kasım 2009 Çarşamba

Sayı 1 : Çakma Editörlerden :)

Gönderdiğimiz zamansız, ne gereği var ile başlayan merak dolu ifadelerin oluşmasına sebep olan bu mailin amacı aslında kendimizi gerçekleştirme arzusunun başlangıcı.

Çevremizde yaşanan olayların verdiği rahatsızlık artık dizginlenemeyecek boyuta ulaştığından , düşük dozlarda verilen yazı, fotoğraf, resim gibi özgürce ifadelerle tepki vermeye başladık.

İkinci amacımız ise aynı sorunları yaşadığımız kişilerle ortak alanda buluşup, bazı önyargıları yıkmaya, kalıpları kırmaya, saçma gelenekleri değiştirmeye çalışmak.

Bu sebeple birlikte olursak, ürettiklerimizi paylaşırsak, neler yapabileceğimizi konuşursak birşeyleri kırmaya başlayabiliriz diye düşünüyorum.

Sinem…


İşte geldik!
Bunu biz yaptık!
Açıkçası gurur da duyduk yaparken!
Kendimizle beraber ZiyanZebil'i de büyütmeye karar verdik!
2 acemi ebeveynin büyüttüğü çocuktan nasıl bir velet vücud bulacak merak içindeyiz.
Merak ve şaşkınlığımızı da, teşhirciliğimizden herhalde, gözlerinizin önünde yaşamak istiyoruz!

Ne diyeyim?
İyi seyirler arkadaşlar!

Başak…